Doğum sonrası depresyon belirtileri nelerdir? Uzm.Psk.Dnş. Beril Papuççuer ÖZTÜRK açıklıyor…
Mutlu Bir Evlilik İçin Öneriler…
Mutlu bir evlilik için öneriler… Uzm.Psk.Dnş. Beril Papuççuer ÖZTÜRK açıklıyor…
Gebelikte Ağlama Krizleri Neden Olur?
Gebelikte ağlama krizleri neden olur? Uzm.Psk.Dnş. Beril Papuççuer ÖZTÜRK açıklıyor…
Çocuklarda Ölüm Korkusu ve Yas Süreci
Türkmeneli TV, Elmanın Yarısı programının konuğu Uzm.Psk.Dnş. Beril Öztürk – Çocuklarda Ölüm Korkusu ve Yas Süreci
Aile İçinde Öfke
Öfke; Engellendiğimiz, saldırıya uğradığımız, tehdit edildiğimiz, yoksun bırakıldığımız, kısıtlandığımız ya da haksızlığa uğradığımız zaman hissettiğimiz, neden olan şeye ya da kişiye yönelik yoğun olumsuz bir duygudur diyebiliriz. Öfkelendiğimizde tepkilerimizi bazen fiziksel bazen de sözlü olarak ortaya koyarız. Bazen de dolaylı olarak göstermeyi tercih eder ya da geri çekilebiliriz.
Bilinmesi gereken önemli bir husus; öfke ve saldırganlığın her zaman birbirine eşlik etmediğidir. Öfke bir duyguyu, saldırganlık ise davranışı ifade eder. Öfke her zaman saldırgan bir davranışa yol açmayabilir.
Öfkelendiğimizde nasıl hareket edeceğimiz, o anda içinde bulunduğumuz konum ve durum, kültürel normlarımız, öfkemizin şiddeti, durumla ilgili önceki yaşantılarımız gibi bir çok hususa bağlı olarak farklılık gösterir.
Aile içinde ortaya çıkan öfke ve saldırganlığın nedenleri ile ilgili olarak yapılmış açıklamalar ve araştırmalar genellikle; genetik, nörolojik ve biyolojik özellikler, bazı psikiyatrik bozukluklar, alkol ve madde kullanımı, sosyal destek yokluğu, yetişkinin çocuklukta istismara uğramış olması, özellikle cinsel istismarın olduğu ailelerde babanın güç ve kararlarda baskın olması, babanın güç ve kontrol sağlamak için şiddete başvurması, anne baba arasında cinsel sorunların olması, aile dışı ilişkilerde kısıtlılık, işsizlik, yoksulluk ya da modernizasyon gibi nedenlerle yoğun bir stresin ortaya çıkması, anne ve babanın çocuğa karşı davranışlarındaki tutarsızlık, çevrede uygun rol modellerinin olmayışı ve içinde yaşanılan grubun şiddeti teşvik etmesi gibi etmenlerin etkili olduğu görülmektedir.
Aile, duygularımızın oluştuğu ilk sosyal ortamdır. Kendimiz ve diğerleri hakkında ne gibi duygusal tepkiler vereceğimizi, bu duygularla ilgili düşüncelerimizi ve nasıl ortaya koyacağımızı aile içerisinde öğreniriz. Duyguların öğrenildiği bu ilk sosyal ortam olan ailede, çocuklara duygularını nasıl ifade edecekleri, nasıl düşünecekleri ve nasıl davranacakları doğrudan öğretilmesi mümkün değildir. Daha çok eşler arasındaki duygusal, samimi ve doğal iletişim çocuklar için harika bir model ve yaşamsal çerçeve oluşturur.
Aile içinde yaşanan öfke ve saldırganlık içeren davranışlara çocuklar ya kendileri doğrudan maruz kalmakta ya da aile içinde ortaya çıkan şiddete tanık olmaktadırlar. Aile içi şiddet uygulayanların büyük bölümünün kendisi doğrudan şiddet gören çocuklar arasından değil, ana babaları arasındaki şiddete tanık olanlardan çıktığı yönünde görüşlerin olmasına karşın, çocuklukta şiddet içeren davranışlara maruz kalan bireylerin yetişkinlikte ciddi davranış bozuklukları gösterdikleri de görülmektedir. Bu bireylerin aynı zamanda kendi çocuklarına daha çok öfke ve saldırganlık içeren davranışlar gösterdikleri ortaya çıkmaktadır.
Aile içinde şiddete görsel ya da işitsel olarak tanık olmuş olan çocuklara “sessiz”, ”unutulmuş” ya da “görünmez” kurbanlar adı verilmektedir. Doğrudan öfke ve saldırganlığa maruz kalmasalar da, bu çocuklar diğer istismara maruz kalmış ya da ihmal edilmiş çocuklarla aynı tür davranış özelliklerini göstermektedirler.
Fiziksel şiddete maruz kalan kadınlarda depresyon oranı yüksektir. Bunun yanı sıra, çocuk da içinde bulunduğu ortamın havasındaki bu çökkünlük duygularını içselleştirir. Ayrıca çökkün bir anneden psikolojik olarak ayrılmak ve birleşmek çocuk için iki ayrı zorluk taşır. Birincisi yeterli doyuma ulaşmayan çocuk tam olarak ne beklediğini bilemeden anneye yapışır. İkincisi çökkün bir anneyi kendi haline bırakıp da kendi yoluna gitmek isterse suçluluk duyar. Aile içi şiddetin sessiz tanığı bir anlamda annesine annelik yapma gereksinimi duyacaktır. Sonuç olarak, rollerin değiştiği bu çarpık ilişki özerkliği sınırlandıran sağlıksız bir ilişkidir.
Ayrıca her çocuk babasını olumlu anlamda güçlü biri olarak görme ve o şekilde özdeşim yapma gereksinimi içindedir. Oysa şiddet uygulayan baba, çocuğun dünyasında güven ve sevgi kaynağı değil; korku kaynağı, öfke kaynağı, tutarsız ve güvenilmez biri haline gelir. Anneye destek olan değil, onu aşağılayan hor gören biridir. Çocuk için bir diğer güçlük, şiddet uygulayan baba imgesi ile ailenin bakımını üstlenen, çocuğa sevgi duyan baba imgesi arasındaki gidiş gelişlere değişimlere uyum sağlama güçlüğüdür.
Özellikle suça yönelik davranışların kökeninin çocukluktaki yaşantılara dayandığını araştırmalar belirtmektedir ki; çocuklukta fiziksel ve sözel olarak saldırganlığa maruz kalan yetişkinlerin ileriki yaşlarında depresyon düzeyleri, alkol kullanımı, antisosyal (sosyopat) davranış ve kendi çocuklarını cezalandırma gibi davranış özellikleri göstermektedirler.
Aile içinde şiddete maruz kalan çocukların çoğu büyüdüklerinde şiddet uygulayan eşlere ya da anne babalara dönüşmeseler de, şiddet uygulayan yetişkinlerin büyük bölümünde çocuklukta aile içi şiddete maruz kalma öyküsü saptandığı söylenebilir. Kuşaktan kuşağa aktarılan her zaman basitçe şiddetin kendisi değil, bu durumu çevreleyen duygusal atmosferdir. İçselleştirilen öfke, korku ve çökkünlük duyguları kişinin tutum ve davranışlarını yaşam boyu etkileyebilmektedir.
Aile içinde öfke ve saldırganlığın kontrol altına alınamayışı gerek ebeveyn gerekse çocuk üzerinde çoğu zaman onarılması güç yıkımlara yol açmaktadır. Anne babaların gerek birbirleriyle gerekse çocuklarıyla olan iletişimlerinde en azından temel iletişim becerilerini kullanmayı öğrenerek, öfke duygusuyla ve saldırgan davranışlarla baş edebilmeyi öğrenmeleri gerekmektedir. Eğer anne baba birbirlerine öfke ve saldırganlık içeren davranışlarda bulunuyor ve çocuklar çevrelerinde sorunların öfke ve saldırganlık yoluyla çözümlendiğini görüyorlarsa, saldırganlığı sorun çözücü bir davranış olarak öğrenirler, saldırgan davranışların yaşamın bir parçası olduğunu düşünürler ve bunu kendi yaşamlarında da uygulamaya koyarlar. Bu nedenle yetişkinlerin davranışta bulunurken, her an bir çocuğa model oldukları bilinciyle hareket etmeleri gerekmektedir.
Doğum Sonrası Eşinizle İlişkiniz Nasıl Etkileniyor? (ebebek Psikoloji Röportaj)
Eşler arasında doğum sonrası en sık rastlanılan sorun ya da sorunlar nelerdir?
İlk zorlu dönemecin evlilik hazırlıkları ve evliliğe alışma uyum sürecidir dersek, doğum dönemi ve sonrası evlilikte en zor ikinci dönemeçtir diyebiliriz.
Eşler arasında doğum sonrası en sık rastlanılan sorunlar;
- Karı-koca kimliğinden anne-baba kimliğine geçişle ilgili uyumsal sorunlar,
- Kadının birçok değişimine bağlı hissettiği fiziksel, hormonel, duygusal, sosyal, ekonomik nedenlere bağlı sıkıntılar, duygu durum iniş çıkışları.
- Eşler arasında azalan hatta yok olan cinsel sorunlar,
- Anneliğin aşırı kutsallaştırılmasına bağlı eşlerin birbirinden
uzaklaşması sorunları,
- Babaya bebeğe iyi bakamayacağı düşüncesinden kaynaklı bebekle vakit geçirtilmemesi ve zamanla babanın da çocuğun bakımı ve ilgisinden uzaklaşmasına bağlı çocuk bakımı ile ilgili sıkıntılar
- Annenin doğum sonrası doğuma ve bebeğe bağlı depresyon, anksiyete yaşamasına bağlı sıkıntılar
- Babanın eş olarak ihmal edildiği düşüncesine bağlı ve annenin bebeğine aşırı ilgi göstermesinden kaynaklanan çift sıkıntıları
- Bebek bakımında kayınvalidelerin fazla sorumluluk almasına bağlı çift arasında yaşanan anlaşmazlıklar
Doğum sonrası bazı sorunlar yaşanmasının sebepleri neler olabilir?
Kadın aylar boyunca birçok bedensel ve ruhsal değişimden geçiyor.
- Çalışıyorsa iş hayatına ara veriyor buna bağlı kendini boşlukta hissedebiliyor.
- Anneliğe hazırlarken kendini hem hamilelikte hem de doğum sonrası bebekle ilgili bilmediği bir çok şeyle karşılaşıyor bunların verdiği kaygılarla başa çıkmaya çalışıyor.
- Fiziksel değişiminden rahatsız oluyor haliyle eski haline dönme arzusu bir yandan onu rahatsız eden düşüncelerden. Eşinin desteğini alamazsa kendini yalnız ve değersiz de hissetmeye başlıyor.
- Eşinin ya da kendi ailesinin bebeği fazla sahiplenmesi durumları varsa bu da anneyi oldukça sıkıntıya düşüren durumlardan.
- Yeni ve taze anne “annelik ile kadınlık “arasında bir seçim yapma zorlantısına giriyor. Bir seçim yapmak zorunda hissetmesi hatalı düşünce ve buna bağlı da anneliği seçmek zorunda kalıyor. Halbuki ikisini de zamanla dengelemeyi öğrenebilir.
- İyi anne miyim olabilecek miyim sorularıyla boğuşuyor buna bağlı gelişen olumsuz olaylarda kendini suçlamaya dönük hükümlerde bulunuyor ve bu durum onun hem anneliğini hem de ruh sağlığını olumsuz etkiliyor.
- Eşinin beklentilerini karşılamak ya da karşılayamamakla ilgili sıkıntılar yaşıyor. Bir yandan karşılama isteği ağır basarken bir yandan bebeğine karşı duyduğu suçluluk ve fiziksel yorgunluk uykusuzluk bu isteğini çok arka plana atmasına neden olabiliyor.
- Bebeğinin bakımı ile ilgili ailesinden ya da yakınlarından yeterli destek göremezse kısır döngü içine giren ve bunalan bir kadın haline gelebiliyor. Bir çok kez duyuyoruz ki bırakın dışarı çıkıp biraz nefeslenmeyi, uykuya, banyo yapmaya bile hasret kalıyorlar.
- Bu sorunların çözümü için çiftlere neler tavsiye edersiniz?
- Her ikisi de bu dönemin hayatlarındaki en mucizevi ve kıymetli anlar olduğunu mutlaka birbirlerine hatırlatarak hareket etmeliler.
- Babalar anneye her anlamda destek olmalı. Eşine sevgisini ve onu her haliyle beğendiğini daha çok hissettirmelidir. Anneler de eşinin desteğini talep edip onları yüreklendirmeliler.
- Babaların da annelerin de çocuk bakımı ile ilgili zamana ihtiyacı olduklarını unutmalılar. Bu bir süreç ve zaman geçirdikçe hatalar yaptıkça bebekle ilişki geliştikçe her ikisi de daha iyi olacaklarını bilmeliler.
- Bebeklerin anneye ihtiyacı olduğu kadar babanın ilgisine, bakımına ve temasına da ihtiyacı olduğu, çocuğun ruh sağlığı açısından çok önemli olduğunu bilmeliler.
- Anne ne kadar zorlansa da bebeğine karşı daima şefkatli, dokunsal temasın bol olduğu, bol bol gülümseyip konuştuğu bir büyütme şeklini hayata geçirmeliler.( baba da aynı şekilde tabiki)
- Kitap, makale vb. yayınlardaki bilgileri süzgeçten geçirip motomod uygulamalar yerine çocuklarını tanıyıp çocuklarına göre yemek, uyku vb düzen oluşturmaları gerekli. Her çocuğun yaşamsam ve bakımsal dinamiği farklıdır.
- 1-2 saatlik de olsa mutlaka bebeği (imkanları varsa tabi) kendi anne-babalarına vb. bırakıp baş başa kalmaya özen göstermeliler.
- Çocukla dışarıya çıkmaktan korkmayıp bol bol 3lü de dışarı çıkıp vakit geçirmeliler. Bu özellikle eve sıkışan ve bunalan anne için de çok önemli.
Uzmandan yardım almak gerekir mi? Ya da ne zaman uzman yardımına ihtiyaç duyulur?
Eşler arasında çocuktan da önce çözülemeyen sorunlar varsa büyük ihtimalle çocuktan sonra da devam ediyor. Yoksa da çocuktan sonra başlayabiliyor. Sorunları hoşgörü, anlayış, sevgi, saygı, empati ve akılcı bir şekilde ele alamayıp çözemiyorlarsa, kısır döngü sorunlara girdilerse, tartışma ve anlaşmazlık sıklığı ve şiddeti giderek artıyorsa mutlaka uzman desteği almaları faydalı olacaktır.
Yaşanan problemler ikinci veya üçüncü çocukta da tekrar edebilir mi?
Bu sorunun tek bir cevabı yok. Çözüm mekanizmalarını iyi öğrenen ve hayatlarına iyi geçiren çiftler durumu kotarıyor. Olumsuzlukları çok iyi bir öğrenme ve gelişme fırsatı olarak görüyor. Bu durumda olanlar ikinci, üçüncü çocuklarda büyük sıkıntılar yaşamıyorlar ya da sağlıklı çözüyorlar. Ancak çift ve çocukla ilgili problemleri çözülmediyse, hasır altı edildiyse sorunların tekrar etme olasılığı yüksektir.
Sizin eklemek istedikleriniz..
Hayatta her zaman farklı yaşam olaylarıyla aile içi dengeler sarsılabilir. Çocuk ve doğum da bu dengelerin bozulmasında rol oynayabilir. Bozulan dengeyi çiftlerin görmesi, fark etmesi ve sağlıklı çözümler için, aile bütünlükleri, çift ilişkilerinin daha iyi olması için empatik, akılcı, sevgi, saygı dolu bir işbirliği yapmaya istekli olmalılar. Ellerinden geldiği kadar iyi niyetle çabalarını devam ettirmeleri ve olumlu gelişmelerde birbirlerini yüreklendirmeleri, onurlandırmaları ve takdir etmeleri önem arz eder. Olumsuz durumlarda ise eleştirmek ve yargılamak yerine duygu ve düşüncelerini karşılıklı sağlıklı iletişim yollarını mutlaka öğrenerek konuşabilmeleri çok önemli.
Ebeveyn ve aile olmanın keyfine odaklanmalarını şiddetle öneriyorum. Bu duygu tüm aile üyelerine iyi gelecektir.
Boşanma ve Nedenlerine Bakış
Evlilik gibi sıcacık ve umut dolu duygularla birleşen yaşamların boşanma gibi soğuk, huzursuz edici duygularla yüz yüze gelinmesi birçok çiftin deneyimlediği bir yaşam olayı diyebiliriz. Elbette ki hiçbir çift boşanmak için evlenmez. Ama bazen durumlar istemeden buralara gelebiliyor. Bazı birey ya da çiftler için rahatlatıcı, nefes alıcı ve “ohh” dedirten bir çözüm de olabilirken bir çok çift için durum oldukça üzücü ve sarsıcı olarak ifade bulabiliyor sonlanma aşamasında.
Bir çok çift aile danışmanına/evlilik terapistine boşanmadan önceki son adım, bunu da denemedik demeyelim diye başlıyorlar konuşmalarına. Çok da inanmıyorlar aslında düzelebileceklerine. Çünkü kendi aralarında defalarca düzeltmeye çalıştıklarını, birbirlerine şans verdiklerini düşünüyorlar. Herkes kendine düşeni fazlasıyla yaptığını, artık tükendiğini ve dayanamayacağını anladığını da belirtiyor. Çoğu durumda da eşlerden biri boşanmaya kararlı iken diğeri boşanmanın gerçekliğiyle yani eşinin gerçekten! Ciddi olduğunu görünce son ya da gerçek çırpınışlarına başlıyor. Aile terapistinden de bir o kadar beklentisi yüksek oluyor haliyle.
Çiftler, zamanında yani umutlar tükenmeden gelinen bir noktadaysa evlilik sorunları adım adım, geleceğe dönük planlamalarla ve yapılanmayla çözümlenebiliyor. Bu başka bir yazının konusu olacağı için boşanma kısmına daha çok dikkat çekmek istiyorum.
Boşanma aşamasına gelen çift gerçekten her şeyi denediğine, kendi aralarındaki iletişim tarzı, adil ve objektif değerlendirebilme, ciddi bir özeleştiri aşaması, güvenilir büyük ya da dostlardan fikir alma, evlilik terapistinden destek alma, kendini geliştirmeye, eşine ve ilişkisine kendini adama, ahde vefa gibi bir çok düşünsel, davranışsal ve etik değerlendirmeleri yaparak bu karara vardı ise gelinen nokta boşanma olabiliyor. Bu değerlendirmelerle bu noktaya gelindiyse çoğu zaman sağlıklı bir karar da olabiliyor. İşin içindeyken insan sağlıklı karar verip veremediğinden emin olamayabilir haliyle bazen çoğu uzman! bile sizi yanlış yönlendirebilir (aman dikkat )
Acele karar vermemek iyi ve adil bir değerlendirme yapmak için kendinize veya eşinizse bunu isteyen, eşinize de zaman tanımak ilk en önemli aşama diyebiliriz.
Türkiye’deki boşanma oranlarının artmasının ardında, nedenlerine baktığımızda çok da sürpriz olmayan verilerle karşılaşıyoruz aslında. Verilerin TÜİK (2017) ve gayrı resmi yani terapilere gelen çiftlerden alınan bilgilere göre olduğunu belirtelim;
Cinsellikle ilgili yaşanan sıkıntılar, her türlü şiddet, aldatma/zina, eşlerin birbirleriyle ortak paylaşımlarda bulunmamaktan kaynaklanan sıkıntılar/ilgisizlik, ailece birlikte vakit geçirmeme, sorumsuz ve ilgisiz davranma, ev ile ilgili sorumlulukların alınmaması, evin ekonomik olarak geçimini sağlayamama, sigara kullanımı (eşlerden biri içmiyorsa diğer eşin kullanımı), eğlence alışkanlıkları ve alkol alışkanlığı, arkadaşlar, görüşülen kişiler, eşlerin ailelerine karşı saygısız davranması ve eşin ailesinin aile içi ilişkilere karışması, aile içi cinsel taciz, çocuk olmaması…
*önemli not: özellikle gayrı resmi sonuçlar için, evlenmeden yaşayan buna dini nikahlı ya da uzun süreli birlikte yaşayan çiftleri de kapsadığını belirtmeliyiz. Boşanma burada ayrılık olarak karşımıza çıkıyor. En az evlilik kadar ciddi ilişkilerden bahsediyoruz.
Beslenmenin Psikolojimize Etkisi
Bilim insanları yiyeceklerle ruhsal durum arasındaki bağlantıyı kullanarak ve besinlerin beyin aktiviteleri üzerindeki etkisini inceleyerek akıl ve ruh sağlığı için farklı terapiler geliştirme yolundalar.
Besinlerin üzerimizdeki somut etkilerini düşünürsek, bir fincan kahve içince kısa bir süre içinde enerjimizde ve konsantrasyonumuzda bir artış meydana gelir. O bir fincan kahveyi pek çok kez art arda içersek titremeye başlayabiliriz ve anksiyetemiz artabilir.
Modumuzu yükseltmek istediğimizde neden zengin karbonhidrat içerikli yiyeceklere veya tatlı gıdalara yöneldiğimizin nörolojik açılaması da mesela şöyle;
“Yüksek yağ oranlı bir yemek yemek, hatta o yemeğin sadece fotoğrafını görmek bile, beynin ödül merkezini harekete geçiriyor ki uyuşturucular da tam olarak bunu yapıyor. Bağırsaktan gelen sinyaller beyine besinsel durumumuzun bilgisini veriyor ve beynin ödül merkezindeki dopamin etkinliğinden sorumlu beyin hücrelerini harekete geçiriyor. Rahatlatıcı yiyecekleri yedikten sonra bize mutluluk hissi veren de, o yiyeceği daha önce yediğimizde nasıl hissettiğimizi hatırlatarak daha fazla yeme isteği uyandıran da işte bu hücrelerden yapılan dopamin salınımı. Bu da bazı yiyecekleri düşünmenin veya kokusunu duymanın -aç olmasak dahi- neden şiddetli bir yeme isteği uyandırdığını açıklıyor.”
Bu durumun geçici bir stres yatıştırıcı olduğunu hatırlatarak şunu da ekleyelim: “Ne yazık ki yüksek yağ oranlı gıdaların bu alışkanlığa bağlı tüketimi, zaman içerisinde kalp rahatsızlıkları ve obezite gibi negatif fiziksel sonuçlar doğurabilir.”
Diğer yandan her geçen gün bir yenisi eklenen bilimsel çalışmalar, sağlıklı beslenmenin akıl sağlığı için temel bir gereklilik olduğunu ortaya koyuyor. Yine bu çalışmalar gösteriyor ki, kronik stress, kaygı bozuklukları, majör depresif bozukluklar, otizm spektrum bozuklukları, bipolar bozukluk ve hatta şizofreni gibi psikiyatrik kondisyonlar da beslenme biçimimizden etkileniyor.
Araştırmalar, çok da şaşırtıcı olmayan şu sonuca varıyor: Beden sağlığını destekleyen yiyecek ve içeceklerle akıl sağlığını destekleyen yiyecek ve içecekler aynı.
-örneğin- anlık rahatlatıcı besinler yerine sebze veya meyve tüketimine yönelirsek, zihinsel yapımıza da destekleyici ve geliştirici olmaktadır.
Kanada’da yaklaşık 300 kişilik bir ekip ile yapılan bir araştırmada ise şu verilere ulaşılıyor: Sebze ve meyve tüketiminin arttırılması depresyon ve anksiyete (kaygı) riskini düşürüyor. Hatta, beslenmenin etkisinin yaş, cinsiyet, gelir, eğitim, fiziksel aktivite, kronik hastalık ve sigara kullanımı gibi etmenlerden daha etkin olduğu ortaya çıkıyor.
Özetle
“Ne yersen O’sun!”
Teknoloji Bağımlılığı ve Çocuklar
Teknoloji, tek başına
değerlendirildiğinde nötrdür; nasıl kullanıldığına
bağlı olarak yaratacağı etki değişir.
Bugünün ebeveynleri olarak bizler teknolojiye göçmen bir şekilde yerleşmiş bir nesiliz. Bilgisayarla, cep telefonuyla, internetle tanışmamız sonradan yani. Ama bizim bugünün çocukları ‘dijital nesil ‘ olarak adlandırılıyor. Son zamanalarda yapılan araştırmalarda çocuklarımızın beyinlerinin şekillenebilirlik ( plasticity) özelliğine sahip olduğu yönünde. Bunun anlamı, beyinlerindeki nöronlarla oluşan iletişim ağları dünyada olup bitenleri kişiselleştirmelerini sağlıyor. Kısaca ; dijital nesil olan çocuklarımızın beyinlerinin şekillenmesinde teknolojinin etkisinin oldukça yüksek olduğunu gösteriyor.
Önemli olan teknolojinin bilinçli kullanımı ve buna bağlı olarak kullanım yaşı ve kullanım sıklığı. Burada ebeveynlerin kendilerine sormaları gereken önemli sorular var. En önemlileri:
- Ben ne kadar teknoloji, tv vb. kullanıyorum?
- İyi bir model olabiliyor muyum çocuğuma?
- Teknolojinin çocuğumun hayatındaki önemi ve yeri nedir?
- Teknolojinin yerine daha dikkat çekici ne sağlayabilirim?
Aşırı teknoloji kullanımını önlemek amacıyla ev ortamında kurallar ve sınırların belirlenmesi önemli ancak tek başına yeterli değildir. Bir şeyi engellemeye çalıştığınızda dikkati tam da o noktaya çekersiniz. Teknoloji için de aynısı geçerlidir. Günümüz çocukları ve gençleri için teknoloji bilgi ve eğlence kaynağı olduğu kadar sosyal ihtiyaçların da giderildiği bir ortamı ifade ediyor ve hayatlarında önemli bir yer tutuyor.
Peki, neden çocuklarımız gerçek dünyada koşup oynamak yerine sanal dünyayı tercih ediyorlar? Gençler, arkadaşları ile bir araya gelip sosyalleşmek yerine neden sanal kimlikler yaratmaya ihtiyaç duyuyorlar? Çünkü gerçek hayat istek ve arzularını kontrol etmelerini gerektiriyor. Oysaki sanal dünyada yaratılan “dijital kişilik” kişinin toplum içinde sosyalleşerek kontrol etmeyi öğrendiği öfke, cinsellik gibi unsurları kontrol etmesini gerektirmiyor. Bu da internet ortamının anonim olmasından, sağladığı görünmezlikten, hiyerarşi ve kontrol mekanizmasının zayıf olmasından kaynaklanıyor. Bu durum sadece çocuk ve gençler için geçerli olduğu kadar yetişkinler için de geçerli bir durum olduğu unutulmamalı.
Aile içi sağlıklı, sıcak ve samimi iletişim ise sanal dünyadan elde edilecek sosyal kazanca ihtiyaç bırakmaz; aile içi birlik ve beraberlik arttıkça internetten sağlanan sosyal kazanç azalır. Sağlıklı iletişimin bulunmadığı aile ortamlarında sadece kullanımı kontrol etmeye çalışmanın yeterli olmadığını araştırma sonuçları gösteriyor.
Çocuğunuzla sağlıklı bir diyalog kurmaya özen gösterin. Bu, çocuğun her anlamda gelişimi için yapılacak en önemli şeydir. Aile içindeki bireyler arasındaki sağlıklı iletişim; herkesin güvende hissetmesini, zorluklar karşısında dik durmasını ve duygusal boşluktan kaynaklanan arayışlara girmemesini sağlayacaktır.
Dikkat !!Bazı kişiler internet bağımlılığı için daha fazla risk taşımaktadır. İnternette gezinmenin sıkıntı veren düşüncelerden uzaklaştırıcı etkisi kaygı bozukluğu olan kişilerin internet bağımlılığı geliştirme riskini artırır. Depresif yakınmaları olan kişiler de kolayca internet bağımlısı olacak gruptandır. Depresyonun verdiği sıkıntılı düşünceler bir süre ertelense de, internetin yarattığı sosyal izolasyon, yalnızlık ve problemlerin gittikçe ertelenmesi depresyonun şiddetini daha da artıracaktır. İlaç, alkol, kumar ve cinsellik konusunda takıntılı ya da bağımlı davranışlar gösteren kişilerde de kolaylıkla internet bağımlılığı gelişebilir.
Zamanın çok kıymetli olduğu ve ne kadar hızlı geçtiği unutulmamalıdır.
Çocuklarda Kaygı Bozukluğu
Kaygı ; kişinin korku verici veya tehdit edici bir duruma karşı vermiş olduğu ruhsal ve bedensel bir tepkidir ve istemsizdir.
Yetişkinlerdeki nevrotik ( sağlıklı ilişkiler kuramama, içsel çatışmaları olan ) davranışların kökeninin ‘çocukluk kaygıları’nda yattığı, en azından bir bölümünün böyle olduğu, kabul edilen bir gerçektir. ‘Çocukluk döneminin kaygıları’nın büyük ölçüde anne-baba tutumlarından kaynaklandığını belirtilmektedir.
Başka bir ifadeyle, kaygı’yı, ‘yapmak istediklerimizle koşullar arasındaki çatışma’ dan, ‘dışa vurmak istediklerimizle bunu yapmamak arasındaki çatışmadan’ kaynaklandığı şekilde tanımlayabiliriz. O zaman da bu çatışmaların bizi etkilediği dönemlere ve durumlara bakmamız gerekmektedir.
Psikoloji biliminin kuramcılarından K. Horney, bu durumu şöyle açıklıyor:
“Çok sayıda nevrotik insanın çocukluk öykülerini incelerken hepsinde de ortak paydanın, farklı bileşenler içinde aşağıdaki özellikleri gösteren bir çevre olduğunu buldum.”
Kaygının ana temel tetikleyicisi gerçek bir cana yakınlık ve sevecenlik yokluğudur. Bir çocuk sık sık yaralayıcı (travmatik) olarak değerlendirilen aniden sütten kesme, ara sıra dövme, cinsel deneyimler gibi bir çok şeye dayanabilir, ancak içten içe sevildiğini ve istendiğini hissettiği sürece.
Bir çocuğun sevginin gerçek olmadığını açıkça hissettiğini ve uydurma gösterilerle aptal yerine konamayacağını söylemeye gerek yok. Çocuğun yeterli sıcaklık ve sevecenlik alamamasının ana nedeni, annenin ve babanın kendi nevrozları yüzünden bunu verme yetisinden yoksun olmalarında yatmaktadır. Kendi deneyimlerime göre ‘temel içtenlik yokluğu’ çoğu kez kamufle edilir ve aileler çocuk için en iyisini istediklerini öne sürerler. Eğitim kurumları ve ‘ideal’ bir annenin aşırı vesveseli ya da aşırı özverili tutumu, gelecekteki derin güvensizlik duygularının köşe taşını büyük ölçüde oluşturan bir ortama katkıda bulunan temel etkenlerdir.
Ayrıca, anne-babaların tarafında, çocukta düşmanlık yaratmaktan başka işe yaramayan çeşitli eylemler ya da tutumlar buluruz: Öteki kardeşlerin yeğlenmesi, haksız azarlamalar, aşırı bir ilgiyle küçümseyici reddetme arasındaki önceden kestirilmesi olanaksız değişmeler (tutarsızlık), yerine getirilmiyen vaatler ve bir o kadar önemlisi, çocuğun ihtiyacına yönelik geçici düşüncesizlikten çoğu kez en mantıklı arzularına ısrarlı bir biçimde karşı olmaya, örneğin arkadaşlıklarını bozmaya, bağımsız düşünce çabasını alay konusu etmeye, kendi arayışı içinde sanatsal, atletik ya da mekanik ilgisini yok etmeye dek her türden derece değişmesi gösteren tutumlar. Bütün bunlar, ane-babaların amaçlı olmasa bile sonuç açısından çocuğun iradesini kırma anlamına gelen tutumlardır.
Çocukluk dönemlerinin kaygıları arasında ‘çocuk cinselliğine yönelik yasaklayıcı tutumun’ özel bir önemi olduğunu belirten Karen Horney, çocuklarda çaresizlik, korku, sevgisiz bırakılma ve suçluluk duyguları yaratmanın onları ilerde etkileyeceğini belirtiyor.
Peki, çocuklar hiçbir isteklerinde engellenmemeli mi? Onlara doğru/yanlış tutumları nasıl öğretebileceğiz?
Karen Horney şunu belirtiyor : “Gözlemler, yetişkinler kadar çocukların da büyük ve çok sayıda yoksunluğu, bunların haklı, doğru, gerekli ya da amaçlı olduğuna inanmaları koşuluyla kabul edebileceklerini her türlü kuşkudan uzak bir biçimde gözler önüne sermiştir. Örneğin anne-baba temizlik konusunda kesin bir baskı uygulamaz ve açık ya da gizli bir acımasızlıkla çocuğu zorlamazlarsa çocuk temizlik eğitiminden rahatsız olmaz.
Bir çocuk, genelde sevildiğinden emin olması ve cezanın haklı olduğuna ve onun yaralama ya da küçük düşürme amacıyla yapılmadığına inanması koşuluyla, ara sıra yapılan bir cezalandırmadan rahatsız olmayacaktır.
Görüldüğü gibi, çocuğa karşı gösterilen tutumun biçiminden çok daha önemli olan , tutumun özüdür, amacıdır. Çocuğun, ona gösterilen yaklaşımın özünü ve amacını çok iyi anlayacağından kuşku duyulmamalıdır. Çünkü çocuklar, kendi duyguları ve sezgileriyle kendilerine gösterilen tutumun özündeki niyeti çok iyi anlayabilirler. Onun için de ‘ne yapıldığı’ndan çok ‘neden yapıldığı’ önem kazanmaktadır.
K.Horney, çocuklardaki, ‘kıskançlık’ uyandıran duyguların da kaygılarda önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Kardeş kıskançlığı, yaşıtlar arası rekabetten doğan kıskançlık, anneyi ya da babayı kıskanma gibi kıskançlıklar da zamanında anlaşılması gereken duygulardır.
Çocuğun ‘bağımlı’ olup olmaması ise ailelerin tutumuyla ilgilidir : “Bu, bütünüyle ailelerin çocuklarının eğitimiyle neye ulaşmaya çalıştıklarına bağlıdır ; yani eğitimin bir çocuğu güçlü, cesur, bağımsız, her türlü durumla başa çıkabilecek bir insan yapmak mı, yoksa çocuğa kol kanat germek, onu boyun eğmeci yapmak, yaşamı savsaklamasını sağlamak ya da onu yirmi yaşına kadar ya da daha uzun bir süre için çocuksulaştırmak, çocuk kalmasını sağlamak mı olduğuna bağlıdır.”
Çocuğunuzun kaygıları varsa bunu öenmseyin mutlaka bir uzmandan en kısa zamanda destek alın ve gelceğin insanını daha güvenli bir zemine oturmasını sağlayın..Anne babalar olarak en büyük görevimiz çocuğumuzu yetkin bir birey olması yolunda rehberlik etmektir.